8 Eylül 2021 Çarşamba

İris

O akşam kalbinin ilk ne zaman kırıldığını düşündü İris. Cevabını bulamadı. Sanki hiçbir şey o akşamki kadar kırmamıştı kalbini daha önce. Belki de yılın son akşamında yazdığı gibi "Hiçbir şey yaşamamışım, hiçbir şey bilmiyormuşum gibi."

Sevdiği, hayatını birleştirme planları yaptığı adam birkaç pirinç tanesini onunla paylaşmayı bile çok görürken hayatının geri kalanını nasıl paylaşacaktı?

İris alışık tepkilerinden çok farklı olarak, anlamlandırmaya çalışmak uğruna durmadan soru sorup tartışmaya yol açmaktansa adama sadece "Ciddi misin yoksa bu da şakalarından biri mi?" diye sordu bu sefer gerçekten şaka olmasını umarak.

Değildi.

Ciddiydi.

Ardından sarf edilen hakaretler de bunun bir şaka olmadığını bir kez daha göstermek istercesine teker teker vuruldu İris'in yüzüne.

İris sustu. Bir tencere çıkarıp pirinçleri döktü. Tencerenin cam kapağından süzülen buharı izlerken ise aklında tek bir şey vardı:

"Bugün ondan ayrılmaya karar verdiğim gün."

30 Eylül 2020 Çarşamba

Değişiklikler

"Güvensizlik ileri boyutlara ulaştığında günlük hayatında yaptığın aktiviteler bile sekteye uğramaya başlıyor ve belki de böylece yok oluyorsun yavaş yavaş, yok oluyoruz hep birlikte."

Beş yıl öncesine ait bir cümle bana "Tekrar al o kalemi eline!" dedi. Aldım, aldım ancak yazma gücünü kaybetmiş ve daha karamsar olarak...

Güvensizliğin yerini korku almış şimdi. O zamanlarda toprağın altında usul usul büyüyen korkunç bir yaratık misali, şimdi bu tarafta, bizimle. 

Günlük hayatımızda yaptığımız aktiviteler ise kalabalıklara karışmadan yapabildiğimiz birkaç şeyden ibaret. 

Peki ya yok olmak? 

Buna henüz karar veremedim. 

Belki beş yıl sonra...


14 Mayıs 2015 Perşembe

Metroda 14 dakika

Dün akşam da her çarşamba olduğu gibi ofisten çıkıp metroya yürüdüm. Havanın bir nevi sıcak olması okulu biraz daha gidilebilir kılıyor. Tabii ki sadece “gitmek” eylemini. Yoksa kim ister ki havanın aydınlık yüzünü daha çok gösterdiği günlerde bir sınıfa tıkılıp bir şeyler dinlemek zorunda olmayı.

Asıl anlatmak istediğim ise bu değil, elbet.

Metroya yürüdüm. (Metrodan hoşlanmadığımı itiraf etmek zorundayım biraz sonra yazacaklarıma ithafen.) Dıı-rı. Turnikeden geçtim. Yürüyen merdivenleri beklemeden indim. Her zamanki gibi en son vagona bindim. Her zamanki gibi kapıya yakın olan tarafta durdum. Vagonun diğer ucunda bir adam bir şeyler söylemeye başladı. Ne dediğini biz, adama göre diğer uçtakiler, duyamıyorduk; ama sesinde birilerine bir şeyleri izah etmeye çalışan bir ton vardı. Sokaklarda bildiri dağıtanların ses tonunu duymaya çalışın. Heh işte, öyle. Dediğim gibi, ne dediğini duyamadım. Duymayı isterdim, ama buna hem insanların kendi aralarında konuşmasının yarattığı gürültü ve metronun o iğrenç uğultusu engel oluyordu. Bir de sanki çalışıyormuş gibi havalandırmanın sesi de buna eklenmişti.

Bizim taraftakiler – yanımda liseli çocuklar vardı – endişeli bir şekilde “n’oluyor yaa,” demeye başladılar. Bir anda herkesten cevaplarını bilmedikleri sorular yükseldi ve seslerindeki korku, adamın sesinin aksine, açık bir şekilde duyulabiliyordu.

“İnsek mi?” “Hiç normal değil bu abi, inelim.” “Bir cenabetlik var bunda.” “Ne diyor ki?” “Kim bu yaa!”

İtiraf etmeliyim ki bir an ben de durup düşündüm. “İnmeli misin Dilara?” Bir süre aklım bu soruyla meşgul oldu. Her 2 dakikada bir. (Duraklar arası 2 dakika) 

“İnmeli misin Dilara?”

Adamdan korkup (kendisini göremedik bile) inenler oldu mu bilmiyorum, ama ben kaldım. Şu an bunları yazabildiğime göre, hiçbir şey olmadığını anlamışsınızdır.

O adam her ne diyorsa, bir şeyler anlatmaya çalıştığı çok açıktı. Bu sanki bilmediğiniz bir dilde bir konuşma dinleyip etkilenmeniz gibi bir şey. Etkili bir sesi vardı. Ne anlatıyordun acaba? Fakat, bizler (“millet olarak” demek istemem ama hani öyle denir ya) gün geçtikçe daha çok paranoyaklaştığımızı bir kere daha ortaya çıkardık, sanırım. Üzüldüm. İnip inmemekte kararsız kalanlar, hatta inenler belki de haklıydılar. Haklı olduklarını düşünmek bile üzdü beni. Güvensizlik ileri boyutlara ulaştığında günlük hayatında yaptığın aktiviteler bile sekteye uğramaya başlıyor ve belki de böylece yok oluyorsun yavaş yavaş, yok oluyoruz hep birlikte.


Belki de adam sadece “Lütfen yürüyen merdivenlerin sol tarafında beklemeyin,” diyordu. Kim bilir?

11 Mart 2015 Çarşamba

Ölüme değil, yaşamaya...

"Koskoca" diye tabir ettiğimiz hayatın aslında "anlardan" oluştuğunu unutuyoruz hep. Bir sonraki an'ımızın var olup olmayacağını bilmeden planlarımızı yapıyoruz aylar, günler, saatler, dakikalar hatta saniyeler sonrasına. Evet, "Diğer türlü de yaşanmaz ki," diyenleri de duyabiliyorum şimdi ve evet, öyle. İşte bu yüzden, ölümler oluyor bize hatırlatan aslında "an"ların ne ifade ettiğini ve her birinin ne kadar eşsiz olduğunu; sevdiklerimizin ölümü ya da daha önce hiç görmediğimizin insanların ölümü. Sonlanan bir hayat. Genç ya da yaşlı. 

Yarına bir plan yapmıştı elbet O da. Karısına, oğluna, kızlarına, torunlarına, komşusuna, her sabah gazetesini almaya gittiği bakkala söyleyecekleri bir şeyler vardı belki de. Gazeteyi okurken söylenecekti belki kendi kendine. Sövecekti belki birilerine. Belki de baharın yavaş yavaş geldiğini hissedip mutlu olacaktı. 


İşte, ancak o söylemeye çekindiğimiz, "Allah gecinden versin," dediğimiz kelimeyle hatırlıyoruz sadece: "ölüm." Çok yaşamak yerine, dolu dolu yaşayabilmeyi diliyorum ben de bugünün her bir an'ının bende bıraktıklarıyla. Her bir an'ı keyifle, sevgiyle, huzur ve mutlulukla...



25 Ocak 2015 Pazar

Here comes the sun

“Çok soğuk,” “üşüyorum,” kelimelerinin ağzımdan eksik olmadığı kış mevsiminden hoşlanmadığımı (nefret ediyorum demek istemedim şuan - ama aslında nefret ediyorum) benimle kışın birkaç saat sokakta vakit geçirmiş olanlar bilir. Ne psikolojik ne de fiziksel olarak kaldıramadığım çok açık. Gri bir havaya günaydın diyemiyorum ben. Soğuk rüzgârlar estiğinde kemiklerim acıyor. Cildim geriliyor, içindeki nefreti atmak için çatlıyor belki de ellerim. “Renkli günleri yaşamak varken neden kış?”

Ama… Hep bir “ama” var galiba hayatta. İşte bugünkü gibi yazdan kalma bir güne uyandığımda da “Belki de kış bu yüzden vardır,” diyorum. Birkaç ay sonra gelecek güzel mevsimi bize hatırlatıp onun uğruna her sabaha uyanmak içindir belki de.

İki yıl öncesini hatırlıyorum şimdi. Yatağımdan kalkmak istemediğim - ve kalkmak zorunda olmadığım - sabahlardan birinde yatağımın yanındaki pencerenin perdesini açıp gökyüzüne bakıyordum. O evde yaşarken en sevdiğim “şey”lerden biri de buydu aslında: Yatarken gökyüzünü izlemek. İşte, o sabah gökyüzü griydi ve yağmur yağıyordu. Mutsuzdum. O sıralar mutsuzdum zaten. Sonra - ismini neden yazmak istemedim, bilmiyorum - benimle bir şarkı paylaşmıştı O. “Here comes the sun.” Bana sıcak diyarlarından güneşi yolladığını ve yarın benimle birlikte olacağını söylemişti. O günüm ertesi günün sabahına uyanışımı hayal etmekle geçmişti. “Bana güneşi yolladı ve yarın sabah burada olacak.” diyordum. Gece yatarken açık bırakmıştım perdeyi. Ertesi sabah penceremden bana gülümseyen güneşi hâlâ hatırlıyor ve sıcaklığını hissediyorum.

Bugün de güneşin gülümsediği ve bizi ısıttığı günlerden biriydi. Ocak ayının bir Pazar günü - Benim için herhangi bir Pazar değildi üstelik. Nedenini söylemeyeceğim, ama güneşe ihtiyacım vardı. Belki de farkında olmasak da biz, yine O yollamıştır sıcak diyarlardan. Belki de gittiğinde güneşi bırakıyordur bana beni ısıtsın diye. Gülümsesin bana, gülümsetsin beni diye.


“Little darling, it’s been a long, cold lonely winter… Here comes the sun…”


29 Ekim 2014 Çarşamba

Sana yazdım. Evet, sana.

Yine delicesine bir yazma isteğiyle oturdum masanın başına. Salondaki loş ışığımla, Andrea Bocelli eşlik ediyor yazmaya başladığım satırlara, bir de banyodan gelen saç kurutma makinesinin sesi. Evde yalnız olmama hissi güzel. Seninle birlikte nefes alıp veren başka bir beden. “Çok erotik olmuş, Dilara.” dersin diye söylüyorum, Teresa’dan bahsediyorum ve hayır, lezbiyen değilim.

Sakin bir gündü. Dün geceki küçük şarap faslımızdan sonra güzel bir uyku çektiğimi söylemeliyim. Bu arada, hani ucuz ve güzel olan şarap bulmak zor diye seninle de paylaşayım, Vinkara quattro kırmızı. Her ne kadar hoşlanmadığım bir havaya gözlerimi açmış olsam da bu sabah, saat yirmi kırk yedi itibarı ile söylüyorum ki, güzel bir gündü. Çok şükür. Neler saçmalamışmışsın, diyebilirsin. İstediğini düşün efendim, her görüşe açık bir bireyim. Konuşamayacaksak, fikirlerimizi dile getiremeyeceksek neden varız ki zaten? Yine de merak ediyorsan, her bir kelimede masanın başına hangi amaçla oturduğumu değiştiriyorum da ondan bu söz uzatmalarım. Girizgâh.

Bu akşam yemeğindeki konumuz kadın erkek ilişkileriydi. Teresa’nın izlediği bir videoyu sana da anlatayım. Yani belki duymak istersin diye. Söylediklerine göre günümüz ilişkilerinin değişme nedenlerinden biri de doğum kontrol haplarıymış. Önceden hamile kalma korkusu olan kadın ve “kadını hamile bırakma” korkusu taşıyan erkek, “çoğunlukla” sadece sevgilisiyle sevişirken, doğum kontrol haplarının kullanılmaya başlanmasıyla hamilelik korkusu ortadan kalktığından sevgilisi olmayan biriyle de sevişmenin doğru orantılı olarak arttığını söylüyorlarmış. Yani, hem kadın hem de erkek için “seks yapmak için seks yapmak” algısının önünü açmış doğum kontrol hapları. Ancak, yine yapılan başka bir araştırmaya göre, kadınların (işte, senin de benim de bildiği kısmı burada) sekste aradıklarının erkeklerin sekste aradıklarıyla aynı olmayışıymış. Biz kadınlar, dokunduğumuz vücutta “sevgi,” “tutku,” “aşk” ararken - yani büyük bir kısmımız - karşı cinslerimiz “bizim kadar” aramıyormuş. Evet, bunu bilmeyen var mı, pardon? Peki, aklıma takılan nokta ne? Çocuk sahibi olmaya hazır değilken korunmak mantıklı, ama belki de “kadın gibi” düşündüğünde, doğum kontrol hapları yine erkeklerin yararına mı yani? Hiçbir korkusu olmayan bir erkeğin, “ihtiyacı” diye (genellikle böyle söylüyorlar diye söylüyorum) kendini başka bir kadına vermesi (evet özellikle “vermesi” diyorum) normal görülebilir mi? Ben, şuan bu satırları okuyan sana soruyorum. Henüz bir yorumum yok. Çünkü farklı insanlarla sevişmek isteyen bir kadın gözünden baktığımda, “Sonuna kadar kullan canım, helal olsun,” diyebilirim; ama bu hapların ortaya çıkmasının nedeni kime yarar sağlamaktı? Bunu bilmiyorum. Tartışmaya, birlikte düşünmeye açığım. Düşüncelerini bilmek isterim sevgili beni okuyan arkadaşım.

Alışık olmadığım bir yazı olduğunu itiraf etmek istiyorum. Sen de alışık değilsindir, muhtemelen. Yani benden okumaya. Tuhaf değil mi? Belki de değişen bir şeyler vardır. Hayatındaki değişikliklerin güzel yollara çıkması dileğiyle. 

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Başka dilde yaşamak…


Dün o küçük defterle tekrar karşılaşınca fark etti kadın. Neyi mi? hangi defter mi? Gelin size anlatayım o zaman. Belki de böyle başlarım bu hikayeyi yazmaya, hatta belki de çoktan yazmalıydım zaten.

İşte, o tanıdığınız kadın uzak diyarlardan döndüğünde hiç bitmesini istemediği bir rüyadan uyandırılmış gibiydi. Gözlerini sımsıkı kapatıp geri dönmeye çalışıyordu. İmkansız. İstemeyerek de olsa, uyanıp gününe başlamak ve “normal” olarak adlandırılan hayatına geri dönmek zorundaydı. Günler bir şekilde geçiyor ve kadın zaman zaman eline kalemini alıyor, önüne defterini çekiyor, yazmaya başlıyordu. Bir gece, “Sana bir mektup göndermek istiyorum; ama ne yazacağım, nasıl yazacağımı bilmiyorum,” dedi. İçinde birçok kelime vardı aslında kalbinden çıkıp kağıda dökülmeye hazır olan, ama onları yazsa ne anlardı ki adam? İçinde tanımadığı harfler bile olan kelimeler yığınından başka ne anlam ifade edebilir ki onun için? Peki, başka bir dilde yazmak ne kadar açıklayacaktı kadının hissettiklerini? Denedi. Düşündü. O dilde hissetmeye çalıştı ve sonunda bir sayfa dolusu kelimeyi yan yana getirmeyi başarabildi. Kağıdı katladı, bir kenara koydu. İşte o küçük defterin ilk sayfasına da ikisine de yabancı olan bir dilde bir not yazdı. Zarfı kapadı. Adresi hatırladığı kadarıyla yazıp, çünkü o gece ona söylemişti, hangi gece diye sormayın, belki sonra anlatırım, mektubu gönderdi. Birkaç hafta sonra mektup geri geldi: “Bulunamayan adres,” yazıyordu onun dilinde. Kadın yılmadı. Adresi değiştirip tekrar yolladı. İşte ondan sonra hiçbir haber alamadı ne mektuba ne de deftere dair. Soramadı da adama. Belki aradan bir yıl geçtikten sonra bir gün kadın, o küçük deftere rastladı. Almıştı adam. Ulaşmıştı mektup. Mutlu oldu kadın. Sonra dediğim gibi. Dün tekrar karşılaştı küçük defterle. İçindeki nota baktı. O yazdığı dilde değildi onun yaşadığı hayat. Kendi dilinde de değildi artık. Başka dilde yaşıyordu kadın. Çünkü başka dilde seviyordu. 

Aşıktı.