“Çok soğuk,” “üşüyorum,” kelimelerinin ağzımdan eksik olmadığı
kış mevsiminden hoşlanmadığımı (nefret ediyorum demek istemedim şuan - ama
aslında nefret ediyorum) benimle kışın birkaç saat sokakta vakit geçirmiş
olanlar bilir. Ne psikolojik ne de fiziksel olarak kaldıramadığım çok açık. Gri
bir havaya günaydın diyemiyorum ben. Soğuk rüzgârlar estiğinde kemiklerim
acıyor. Cildim geriliyor, içindeki nefreti atmak için çatlıyor belki de
ellerim. “Renkli günleri yaşamak varken neden kış?”
Ama… Hep bir “ama” var galiba hayatta. İşte bugünkü gibi
yazdan kalma bir güne uyandığımda da “Belki de kış bu yüzden vardır,” diyorum. Birkaç
ay sonra gelecek güzel mevsimi bize hatırlatıp onun uğruna her sabaha uyanmak
içindir belki de.
İki yıl öncesini hatırlıyorum şimdi. Yatağımdan kalkmak
istemediğim - ve kalkmak zorunda olmadığım - sabahlardan birinde yatağımın
yanındaki pencerenin perdesini açıp gökyüzüne bakıyordum. O evde yaşarken en
sevdiğim “şey”lerden biri de buydu aslında: Yatarken gökyüzünü izlemek. İşte, o
sabah gökyüzü griydi ve yağmur yağıyordu. Mutsuzdum. O sıralar mutsuzdum zaten.
Sonra - ismini neden yazmak istemedim, bilmiyorum - benimle bir şarkı paylaşmıştı
O. “Here comes the sun.” Bana sıcak diyarlarından güneşi yolladığını ve yarın
benimle birlikte olacağını söylemişti. O günüm ertesi günün sabahına uyanışımı
hayal etmekle geçmişti. “Bana güneşi yolladı ve yarın sabah burada olacak.” diyordum.
Gece yatarken açık bırakmıştım perdeyi. Ertesi sabah penceremden bana gülümseyen güneşi
hâlâ hatırlıyor ve sıcaklığını hissediyorum.
Bugün de güneşin gülümsediği ve bizi ısıttığı günlerden
biriydi. Ocak ayının bir Pazar günü - Benim için herhangi bir Pazar değildi
üstelik. Nedenini söylemeyeceğim, ama güneşe ihtiyacım vardı. Belki de farkında
olmasak da biz, yine O yollamıştır sıcak diyarlardan. Belki de gittiğinde
güneşi bırakıyordur bana beni ısıtsın diye. Gülümsesin bana, gülümsetsin beni
diye.
“Little darling, it’s been a long, cold lonely winter… Here
comes the sun…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder